Yazılarımda üç noktayı (…) sıkça kullanırım. Çünkü bazen söylenmesi gerekeni tamamlamak yerine, susarak işaret etmek gerekir. Üç nokta, eksik bırakılmış bir cümle değil, henüz açılmamış bir imkândır. “Daha çok şey var söylenecek, ama bununla yetinin… ya da o boşluğu siz tamamlayın,” diyen bir çağrıdır…
İnsan da tıpkı böyle yaşar aslında. Yaşam, kaçınılmaz üç duraktan geçerek erdem hanesine ulaşmak demektir. Bir romanın giriş–gelişme–sonuç tertibi gibidir bu. Her üç nokta, yalnızca bir susuş değil, aynı zamanda yeni bir eşiğe geçiştir. Yolculuğun görünmez üç adımı vardır: İstersek buna Doğum… Yaşam… Ölüm de diyebiliriz…
İlk durak, yola çıkıştır. İnsan, kendi sınırlarını, kalıplarını, ailesinin ve toplumun öğretilerini aşma cesaretini toplar. Burada henüz tüm sorumluluk kendine ait değildir; varlık, daha çok devralınmış bir biçimde yaşanır. Ancak ilk adım, özgürleşmenin ilk nefesidir…
İkinci durak, sınavdır. Ruhun bu evresi, bireyin kendini ölçmeye ve sınamaya başladığı andır. Karşımıza çıkan insanlar, ideolojiler, makamlar ve arzular, bize hem yol gösterir hem de yanıltır. Burada fark edilir ki, sınavlar yalnızca dışsal engeller değil; içsel bilinç krizlerinin aynalarıdır. Her sınav, hem kendimizi hem de dünyayı anlama fırsatıdır; her yanılgı, ruhsal olgunlaşmanın tohumunu taşır. Sabitlenmeyen, krizlerle yoğrulan kimlik, bu süreçte şekillenir…
Her vazgeçiş ve her uzanış, insana ruhsal bir maliyet sunar. Bu yükün ağırlığını hafifletmek isteyen benlik, ya susar ya da kendine yeni inşalar yaratır… İnsan, yolun sonunda Ödül’ü alacağını, onu kazanacağını, hatta ele geçireceğini; kendisine ait olacağını sanma yanılgısına kapılır. Oysa hakikat, yolculuğun kendisindedir… Orada kesişir dünya kadar olgu…
Üçüncü durak, dönüştür. Ancak dönüşün ilk eşiği, çoğu zaman dönüşü reddetmektir. Çünkü insan, sanki ilk haline geri dönecek, hiç yola çıkmamış gibi boşluğa düşecek korkusuyla eşikten kaçma eğilimindedir. Dönülen yerin de dönen benliğin de artık aynı olmadığını unutarak. Oysa biriktirdiğimizin neye dönüştüğünü kavrayabilmek için mağaramızdan çıkmak zorundayız; ötekiyle hakiki bir ilişki kurabileceğimizi idrak etmek zorundayız…
Ve kaçınılmaz olan geri dönüş eşiğinden içeri adım attığımız anda fark ederiz ki, artık yalnızca bir yolcu değilizdir: Hem ayrıldığımız dünyanın hem vardığımız bilinç katmanının ustası olmuş, tüm rotaları kendi ruhsal imbiklerimizden geçirerek şahsi bir iç coğrafyaya dönüştürmüşüzdür…
Aşina olduğumuzu biliriz; olmadıklarımızdan da artık korkmayız…
Çünkü korkacak bir şey yoktur. Bu döngü, her bireyin yazgısı, her şahsi kahramanlığın sonsuz yolculuğudur. Bunu idrak ettiğimiz anda insan, evrendeki yerini anlayan ve ona rıza gösterebilen hâle gelir; mücadeleyi terk etmeden ama sükûnetle taşıyabilen “kâmil insan” olma sırrına yaklaşır. Ve anlarız ki sır denilen şey ne kozmik yaşam çemberinden daha fazlasıdır, ne de dışsal bir kapının ardında saklıdır…
O çemberin içine dalacak nefesi olanların idrak edebileceği, kendi yolculuğumuzun ta kendisidir sır…
Ve işte o anda öğreniriz: sır diye aradığımız şey, bizden başka bir şey değildir…
Üç nokta…
Vesselam...