Biz yan yana üç kişiydik…

Kâğıt üzerinde akraba, gerçekte ise uzun yılların sessizliğini içimizde taşıyarak yürüyen üç ayrı kader çizgisi… Alanya’dan başlayan yol, Konya’da bir mola, Kemer’de bir selam derken Adrasan’a kıvrıldı. Ben o esnada içimdeki taşlara bakıyordum; bedenimin değil, yaşamın safra kesesiydi aslında dolan…

Gecikmişlerdi… Fakat “erken” ve “geç” yalnızca insanın kelimesiydi; hakikatin değil. Çünkü tevafuk bazen tam saatinde gelir, ibresi görünmez bir saati tutar…

Adem, yıllar önce başka bir fikrin, başka bir dünyanın ateşini taşıyan akrabamdı ve bir gün durup dururken aradı. Yirmi yıl, belki otuz… Hiç konuşmamış, hiç hesap kesmemiştik. Ne bir sitem, ne bir hatırlatma. Kumluca’da buluştuk. Sarılmak, konuşmaktan önceydi. Sarılmak, bazen bir “affettim” demenin bile ötesinde, “hatırladım, tamam” demektir. Sonra Adrasan’a indik. Deniz, bizim yerimize konuştu. Mavi, bizi yüzeyde değil; derinde dinledi…

O gün bir şey oldu: Akrabalığı cebimize koyduk, insanlığı ortaya çıkardık. Çünkü bazı insanlar uzun yıllar kaybolmaz… Sadece yankılarını içimizde saklı tutar. Adem ile konuşurken fark ettim: Okumaktan daha önemli bir şey öğrenmişti; dinlemeyi…

Matematiği felsefeye, soruyu hakikatin kapısına, susmayı bir bilme biçimine dönüştürmüştü. Ve yanında Mustafa Bahar vardı; çelebiliği hayat tarzına dönüştürmüş, dervişliğin gürültüsüz halini yaşayan bir insan. Yiğitlik değil, ölçü; güç değil, uyum taşıyan…

Elbette onunda bir ‘Konfor Alanı’, ezberleri var sıkı sıkıya takip ettiği… Kendisine yaptığı haksızlığı hemen her gün anlattım…

Yürürken fark ettim: Konuşmak sıradan, fark etmek nadirdir. Kibir, kompleks, kapris biriktirmek yaşamı reddetmekti… Zira bunların hepsi insanı yalnızlaştırır; insanlık ise insanı çoğaltır. Dönüş yolunu yine “Çanakkale üzerinden” yaptık… Yol uzadıkça uzadı…

Bahar Mustafa bir şeyleri itiraf ederken aslında beni değil, kendini dinliyordu. Belki beni tetiklediğini sanıyordu; oysa her insan önce kendi gölgesini tetiklerdi...

Üç kişiydik; ama aslında üç ayrı benliğin aynı hakikate bakma ihtimaliydik. Değişimi konuştuk. Dönüşümü. Demokrat olmayı. Kaderi edilgenlik sanan değil, iradeyi emaneti bilendir diye…

Ve orada anladık: Tevafuk, bize “sıfır tesadüf” fısıldayan görünmez bir eldir.

Çünkü bazen “tam da şimdi” gelen bir insan, aslında öteden beri beklenmiş olandır…

Ve bazı karşılaşmalar, yalnızca buluşma değil, varlığın ta kendisidir…

Yaşamın da Öznesidir…

Vesselam...