Masa bomboştur. Doldurmak gerekir. Söylenecek söz yoktur. Aslında söz söyleyecek de yoktur. Masanın boşluğu yer çekimine ters bir zaman dilimi gibi bakar durur gelip geçene.
Ne doldurabilir bu koskocaman boşluğu?
Hiçlik...
Sözün ‘hukuk’ olmadığı bir mazgalda söze ne hacet…
Belki “hiçlik” üzerinden yürünebilir. Nasıl yürünmeli ki doldurulsun masanın boşluğu, kofluğu ya da hiçliği…
Hiçlik ile kibir aynı ateşte ise ne yapılabilir…
Kibir öylesine bir konu ki, hemen her yerde bu bakış acısını görebilir ve sonuçlarına tanıklık edebilirsiniz…
Halka sormamak, bir kibirdir… “Siz ne anlarsınız, benden daha mı iyi bilirsiniz” demektir…
Halka, seçim öncesi “katılım”, “şeffaflık”, “saydamlık”, “hesap verebilirlikten” söz edilir ve çok çabuk unutulur…
Bu coğrafyanın en önemli özelliği unutmak ve kibirli davranışı ön planda tutmaktır…
Ne yazık ki öyle…
Kibir Arapça kökenli bir kelimedir. Gerçeğin inkârı ve kendi kendini kandırmadır. Ezcümle tepeden bakma ve “büyüklenme” olarak da dile getirilebilir…
Doğa bir hiçtir bu bakış acısına göre. İnsan kullanılıp atılması gereken bir nesne bir eşyadır. Kullanırsın atarsın bir tarafa işte o kadardır. Adı kibirdir.
Kibri olan zavallılar, her şeyin yerli yerinde olduğunu sanır. Oysa önce kendi kendini sorgular “ben nasıl bir insanım” diye. Sonrasında koyar hafif hafif; ben, “nasıl bir insanım?” diye…
Koydukça koyar, acıtırcasına, incitircesine…
Kibir bakıştadır; insanlara, doğaya, olaylara, canlılara ve öykülere, vadilere, ovalara ve dağlara, düşen bir yaprağa, bir çocuğun doğuşuna ve bir çift leyleğin yuvasız kalmasına, kendi yaşadığın coğrafyaya, halkın önemsediği her bir konuya karşı duyulan bakıştadır kibir…
Kibir önce sessiz ve sedasız kendi egosunda iktidar olur… Sonrasında ise yavaş yavaş yok olma sürecine girerken aynı zamanda da hiçliğe ulaşma vakti gelir çatar kapısını…
Kibir, seyredendedir. Olup biteni kaydeder. Asla katılmaz olup bitene, sonrasında gösterir kinini. Kibir de bu değil mi zaten…
Kibir, şovda gösterir çoğunlukla kendini. Güya hiçbir şeyden sakınmaz, kendi beğenmişliğinin zavallılığını böyle kapatmak ister. İstemesine ister de inanın kim olacağı koskocaman bir soru işareti olarak durur.
Çoğunlukla suçlar ve yargılar... Kendi savcılığından kaçan bir zavallı gibi…
Kibir, korkaklıktır… Kendisiyle başkaları arasında koyduğu ilişki bağlamında “ulaşılmazlık zırhına” bürünmek ister. Kendi kendini koruma bencilliğidir bu. “Olası incinmelerden” kendini koruma edimidir.
Kibir, dışlayıcı ve ötekileştiricidir… Kendi beğenmişliğinin dışında duranları cezalandırır. Bunu da büyük bir tören ve şamatayla yapar. Sanki kendisinden nefret edercesine yapar. Bu nefreti ve zavallılığı sadece kendisi bilir. Bir başkasının bilmesi büyük bir iflastır. Özellikle buna özen gösterir. Bakışları, sözleri, hareketleri bu sürecin suçluluk belirtileridir… Çünkü tek bir noktaya asla odaklanamaz. Hep şaşıdır ve hep şaşı olarak bakar…
Kibir sahibi kişi, kendini ölümsüz zanneder… Kendinin dışında hemen her şey ölümlüdür. Kendisi dışında. Oysa kendisi çoktan kadavraya dönüşmüştür. Kibri olan bunu çok iyi bilir. İçin için ağlasa da tek sığınağı da yine kibridir… Onun yumurta ikizidir…
Kibir sahibi kişi, intikamcıdır... Olana bitene tavır almaz. İstifler, biriktirir. Sonrasında istiflediği ve biriktirdiklerine “intikam” ruhuyla saldırır…
Kibir, “kendisi olmayanların kendi iç çöküşlerinin “bir göstergesidir.” Büyük böbürlenmelerin sahibidir. Asla altını dolduramadığı iddiaların sahibidir.” Kendi kokuşmuşluğunun ve kendi iç çekişmelerinin kamuflajıdır. “Doymamış ruhların fakirliği”dir kibir…
Kibir, kendisine atfedilen güçten beslenen ve bu güçten zehirlenendir… Bu noktadan bakıldığından da kibir, zehirli bir yönetme biçimidir. Metal zehirlenme hali yani… Bir diğer deyişle “maskeli balo” zamanı... Her zaman maskesini de yanında taşır. Hiç eksik etmez yanından…
Koskocaman Beydağları durup dururken, bir çatı gibi heybetini gösterirken; yaylaların, ovaların ve göllerin içindeki bulutlar; hiç kibir körlük içinde değilken ve Gönül Yuvaları varken…
Kibre yaslanmak neden…
Neden?
Vesselam…