“Düşünce, duyguların sessizce biçim değiştirmesidir.”

Ulus Baker

“Renkler, içimdeki sustuklarımın yerini alıyor,”

Edibe Şahin

Kent yerken, kendi bedenini çiğniyordu. Her köşe başında bir lokma ışık, her akşamüstü bir yudum yorgunluk vardı. Sokaklar artık doymuyordu; çünkü açlık, insanların göğüs kafesine taşınmıştı. Eskiden bu şehir bir karnaval gibi yanardı. Renkleri, sesleri, yüzleriyle bir bütün olurdu. Şimdi bütün maskeler kalıcı…

Bir zamanlar birbirimize bakmak gökyüzü kadar genişti. Artık herkes kendi dikdörtgeninde, kendi suretine hapsolmuş durumda. Ekranlar, aynaların yerini aldı; bakışlarımızdan çok yansımalarla konuşur olduk…

Ben o yansımadan kaçtım. Olympos’ta bir ahıra yerleştim. İki kulaklı bir evdi: birinde mutfak, birinde banyo. Ortasında bir kütüphane ve sabah düşleri… Nar yaprakları rüzgârla saçlarımı tarardı. Limon kokusu gecenin omzuna sinerdi. Bir ateş yaktım. Sönmeyen bir ateşti bu, ama külü hâlâ kentti…

Sonrasında Ulus’un bir lafı geldi çattı kulağıma:

“Eşyalar, duyguların donmuş hâlleridir.”

Bir gün bir masa aldım. Masa bir sandalye istedi. Sandalye lambayı çağırdı, lamba perdeyi... Eşyalar çoğaldıkça yalnızlığım da biçim değiştirdi. Sessizlik artık taşınabilir bir gürültüye dönüşmüştü. Diderot etkisiydi o da; Kaliforniya Sendromuna taşıdı ve taş duvarlarıma kadar sızdı. Kent, biçim değiştirerek, kılık değiştirerek ama aynı iştahla geri dönmüştü.

Bir gece ateşin başında Ulus’u hatırladım. Mülkiye’nin bahçesinde oturduğumuz o uzun akşamlar geldi aklıma. Uzun Samsun sigarasının dumanı, greyfurt suyuna yatırılmış votka... Onun dudaklarından çıkan her sözcük, bir piyanonun tuşlarına benzerdi. Her nefes alışında düşünce ağırlaşır, her susuşunda yeni bir cümle doğardı.

“İnsanın duyuları şehirden önce ölür,” demişti bir akşam. O günden beri, her gürültüde bir ölüm sesi duyarım.

Ulus hep düşüncenin duygulanımla birlikte aktığını söylerdi. “Bir kavramın nabzı vardır,” derdi. “Düşünmek, o nabzı duymaktır.” Onunla konuşurken kent bir laboratuvar gibi görünürdü bana. Her sokakta bir deney, her insanda bir formül gizliydi. “Şehir,” derdi, “insanın hızla kendi karşısına çıktığı bir aynadır. Orada herkes kendi suretine tutulur.”

Olympos’un sessizliğinde bu sözlerin yankısını duydum. İnsan, şehirden uzaklaşsa da kendi suretinden kaçamıyor. Çünkü şehir, artık sadece dışımızda değil; içimizde de bir mimariye sahip.

Sonra Edibe geldi aklıma.

O hep sessizdi… Ama o sessizlik fırça darbesine dönüşünce gökyüzüyle konuşurdu. Kırmızısı bir yara, mavisi bir sabırdı. Siyah, bir kadının içine gömdüğü çığlıktı. O sessizliğin bir rengi vardı; ve o renkler hâlâ gözlerimde…

Bir gün bana, “Renkler, içimdeki sustuklarımın yerini alıyor,” demişti. “Bir çizgi çekiyorum, içim rahatlıyor; çünkü o çizgi, artık ben değilim.”

Edibe’nin tuvali bir duvar gibi değil, bir kapı gibiydi. Her rengi açtıkça bir başka zamana geçilirdi…

Şimdi ikisi de yok…

Ama taş duvarların arasından hâlâ onların sesini duyarım. Ulus’un dumanı, Edibe’nin rengiyle karışır. Birinin düşüncesi diğerinin tuvaline siner; ikisi birlikte, kentin dışına taşmış bir hafıza gibi dolaşır içimizde…

Kent hâlâ o eski kent değil…

Belki ben de aynı ben değilim. Ama hâlâ aynı suskunluktayım. Ateş sönmedi, sadece biçim değiştirdi. Artık bir düşüncenin alevi yanıyor önümde: Ulus’un sözü, Edibe’nin fırçası ve kentin dili. Üçü birleşince bir ömürlük yankı kalıyor geriye…

Büyüme çağına girmiştim. Ama şimdi anlıyorum ki, büyümek, kentin dışına çıkmak değilmiş; içimizdeki kenti susturabilmekmiş…

Vesselam…