Lütfen bu yazı dizisini yörenizde yaşadığınız sorunlar ve dile getirilemeyen gerçeklerin varlığı nezdinde düşünün… Neler adına vicdanımızı baskıladığımızı ve aldığımız yaraları aklınızdan geçirin… Şöyle ki;
Bir anne evladını severken bile şöyle düşünüyor:
Bu sevgi çocuğu nasıl geliştirir?
Bir dostla kahve içerken bile akıldan geçen şu:
Bu ilişki bana ne kazandırıyor?
İlişkinin kendisi değil, getirisi değerli.
İnsanlar artık birbirlerinin gözlerine bakarak değil; verilerine bakarak konuşuyor.
Bu, modern aklın en büyük trajedisidir:
Değer vermeyi unuttuk, karşılık beklemeyi kutsadık.
Ulus Baker’i anmadan bu çağın düşünsel deformasyonunu anlamak mümkün değil.
Baker, düşüncenin yalnızca soyut kategorilerde değil, temasın kendisinde oluştuğunu söylerdi.
Bir insanın bir başka insana çarptığı, dokunduğu, kırıldığı yerde başlar düşünce.
Ama biz dokunmayı da, çarpmayı da steril hâle getirdik.
Her şeyin pürüzsüz olmasını istedikçe düşüncenin çıkıntılarını törpüledik.
Acıyı bile estetize ettik.
Güncel dünyanın en büyük yanılsaması burada yatıyor:
Sürekli konuşuyor ama hiç düşünmüyoruz…
Sürekli izliyor ama hiçbir şeyi görmüyoruz…
Sürekli tepki veriyor ama asla anlamıyoruz…
Bir kriz olduğunda insanlar artık önce olgulara değil, yorumlara bakıyor.
Olayın kendisi değil, “nasıl konuşulması gerektiği” önem kazanıyor.
Her insan kendi dilini değil, kendi kabilesinin dilini konuşuyor.
Horkheimer’ın tarif ettiği “onaylayan insan” tam da burada ortaya çıkıyor:
Kabilenin onaylamadığını onaylamıyor;
kabilenin öfkelendiğine öfkeleniyor;
kabilenin sevindiğine seviniyor…
Düşünce, bireysel bir tecrübe olmaktan çıkıp toplu bir refleks hâline geliyor…
Gerçeklerin de boynu bükük kalakalıyor…
Vesselam…