Modern insan sessizdir…
Ne var ki bu sessizlik, bu bilgelik makamının iç huzurundan, bir dervişin tefekküründen doğan sükûnetinden gelmez…
Bu sessizlik, kendi içine çökmüş bir yapının gıcırtısıdır…
Bir binanın içten içe çürürken çıkardığı, kimsenin duymadığı ama aslında duyulması gereken o ince çatırtının modern eşdeğeridir…
Yıllardır “Frankfurt Okulu” okumaları yapan biriyim… Yıldızlara yolcu ettiğimiz Ulus Baker ile de bir “Kılavuz” yazma peşindeydik… Ne, zaman uydu ne de yaşamlar… Araya çok şey giriverdi…
Bu okulun kurucusu ve en önemli filozofların birisidir Horkheimer… Horkheimer’ı da Hocam Ünsal Oskay’dan etraflıca ve kapsayıcı bir biçimde öğrendik…
Horkheimer’in yıllar önce söylediği gibi, insan artık düşünmüyor; yalnızca onaylıyor.
Onaylamak kolaydır çünkü sorumluluk yüklemez.
Düşünmek ise risklidir; bir bedeli, bir ağırlığı vardır…
Modern insan bedel ödemek istemediği için düşünceyi askıya alır.
Onayın konforuna sığınır.
Ve bu konfor, düşünceyi değil, alışkanlığı besler…
Bugün insanın aklı özgür değildir; yalnızca işlevseldir.
Kullanıldığı kadar, işe yaradığı ölçüde değer görür.
Tıpkı bir uygulama gibi:
Gerekirse açılır, gerekirse kapatılır, güncellenir, susturulur…
Aklın derinliklerinde dolaşmak, yüzmeyi bilmeyen birinin karanlık bir göle girmesine benzer. Korkak biri o derinliklerde dolaşamaz… Tatlı su balığı gibi ezberlediği alanlarda bulunur…
O yüzden çoğu insan suyun kıyısında, güvenli taşların üstünde oyalanır…
Dostluk bir ağ yapısına, sevgi bir istatistiğe, merhamet bir “politik doğruculuk” jestine dönüşüyor…
İnsanın yüreğinden geçenleri değil, ekrana yansıyanları takip ediyoruz…
Değerlerin bile ölçülebilir hâle geldiği bu çağda insan ilişkileri de “işlem hacmi” üzerinden anlam kazanıyor… Örnek mi?
Bundan birkaç hafta önceydi ve bir “Yöresel Fuar” adı altında bir etkinlik oldu… Bu etkinlikte de bir aile zehirlendi… Aile duyarlı olmasaydı, çok ciddi sonuçlar oluşabilirdi… Bizler bu konuyu derinlemesine araştırabildik mi? Elbette hayır… Her olayı onayladığımız gibi bu önemli olayı da pas geçtik… Günler öncesinden ciddi yağışla olacağını defalarca ilan edildi… Edildi de bir önlem mi alındı mı, elbette hayır… Ve sel suları bir güzel yaladı Kumluca sokaklarını… Hiç ama hiç bu sorunları dert edinip bir yaşam kültürü haline getiremiyoruz… Bu onaylama ve bir sorunu çözme kültürünü yaşayamadığımız için de çok ciddi sınavlar veriyor yaşadığımız kentler…
Ve böylelikle de yaşadığımız bölgenin sorunlarını dile getiremiyoruz, getirdiğinizde işte o “onaylama aklı”akıl devreye girer ve küçük küçük çıkarlarınız sizi sarar ve susturur… “Yazarsam şöyle olur, beğeni yaparsam böyle olur” diye vicdanınızın sesine barikat kurarsınız…
Görmezden gelinen bir gerçeklik, her geçen gün biraz daha üzerimize çöküyor. Herkes, üzerine düşeni yapmak yerine sahnenin gerektirdiği rolü oynuyor. Öylesine açık, öylesine gözümüzün içine baka baka yaşanıyor ki bu durum; insanın vicdanı, bir süre sonra kendi sessizliğinin bekçisine dönüşüyor. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” kolaycılığı, hısım–akraba kaygıları, komşuluk hesapları derken hakikatin üzeri katman katman örtülüyor…
Konuşulmayan, tartışılmayan, sorgulanmayan her mesele; bizi bir sürecin suç ortağı tanıkları hâline getiriyor. Yaşadığımız kent ise, ahlaken, etik olarak ve çevresel duyarlılık bakımından her gün biraz daha eriyor. Yozlaşma, önce davranışlarımızı, sonra dilimizi, en sonunda da kimliğimizi kuşatıyor…
Ve biz, kendi ellerimizle taktığımız maskelerin birer aparatı hâline geliyoruz. Vicdanın sustuğu yerde, şehirler de susuyor; çürüme, önce sokaklara sonra zihinlere sızıyor…
Bugün, kentlerimizin kaybolan ahlaki zeminini yeniden konuşmanın zamanıdır. Çünkü sustukça yalnızca şehirlerimizi değil, kendi insanlığımızı da yitiriyoruz…
Vesselam…