Yetişmekte olan her canlının, bir anlığına dış dünyanın kalabalığından çekilip iç dünyasının derin sığınağına dönmesi boşuna değildir. Bu, yaradılışın kendisine armağan ettiği bir korunma sezgisidir. Bir kuşu hatırlayalım: Yuvayı yalnızca bir barınak olarak değil, doğanın ona sunduğu bir ana kucağı olarak bilir. Dallardan, yapraklardan, rüzgârın fısıltısından aldığıyla bir yuva örer; sonra o yuvayı yarım bir perdeyle örter, dışarının meraklı bakışına karşı mahremiyetini kurar. Böylece hem kendisini hem de yavrusunu görünmeyen bir sırra teslim etmiş olur…

Kuşun şarkısı iç dünyasının derinlerinden yükselir. Biz o sesi duyduğumuzda, sanki kendi içimize sızan bir hatıra gibi birdenbire içimiz genişler. Kuşla birlikte dünyanın kalbinin attığını sezmemiz bundandır. Onun yüreği ile dünyanın yüreğini ayırt etmediğimizi sandığımız o anlarda, bir anlığına bütün kâinat içimize doluyormuş gibi olur. Aslında kuş, sesinde bize unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır: Her canlının asli yuvası, zahirde görünen barınaklardan çok daha derindedir; insan dâhil her varlık önce kendi hakikatine çekilerek büyür…

İnsanın iç dünyasına sığınması da böyledir. Bu, dış dünyadan kaçış değil, aksine kendine dönüşün ilk adımıdır. Tasavvufun “halvet” dediği şey, bir inziva eyleminden çok, insanın kendi özünü dinlemeye başlamasıdır. Dışarıdan kopup içeriye yönelmek, aslında “kopuş” değildir; ana kucağının özlenişidir. Kuşun yuvasına çekilişi ne kadar tabii ise, insanın kendi iç âlemini yoklayışı da o kadar hakikidir…

Kimi zaman bu yöneliş, başkaları için anlamsız ya da gereksiz görünebilir. İç dünyaya eğilmek, susmak, yavaşlamak, bir köşeye çekilip düşünmek… Modern dünyanın hızına göre bunlar “fakirleşmek”, “geri çekilmek” gibi algılanabilir. Oysa dıştan fakirleşen, içten zenginleşebilir. Bazen insanın en bereketli anı, dünyayla bağlarını incelttiği o sükûnet anıdır. Kuşa yuva yapan dal ne ise, insana iç sesini duyuran da odur:

Sadelik… Samimiyet… Sahicilik…

Oysa insan bazen görünenden vazgeçtikçe görünmeyene yaklaşır. Azaldıkça derinleşir. Sükûnet, kalbin bir tür çoğalma biçimidir. Dalların arasına yuva yapan kuş gibi, insan da kendi iç sığınağını basit şeylerden örer: Bir hatıradan, bir duadan, bir sessizlik parçasından…

Ben de kuşlara şiir yazan biri oldum zaman zaman… Gittiğim yerlere bitkiler taşıdım; kuşların kolay yuva yapmasını istedim. Belki de kendi içimdeki yuvayı unutmamak içindi bu çabalar. Çünkü bir canlının yuvasına kavuşması, insanın kendi ana kucağına; yani özüne dönüşünü hatırlatır… Kim bilir…

İnsan, dış dünyanın karmaşasında yoruldukça, tıpkı kuş gibi sığınacağı bir yuvaya ihtiyaç duyar. Bu yuva çoğu zaman bir mekân değildir; bir duygu, bir hatıra, bir iç sessizliktir. Tasavvuf ehlinin kalpte aradığı “asıl ev” de budur: İnsanın içindeki huzur, dış dünyanın gürültüsüne karşı örttüğü o yarım perdedir…

İç dünyaya sığınmak, dışa küsmek değil; kendini yeniden kurmak için içeriye yönelmektir. Kuşun yuvasına çekilişi nasıl bir korunma ve yeniden doğuşsa, insanın iç âlemine dönmesi de öyledir. Dışarının sert rüzgârına karşı, içimizin saklı vadileri bizi korur. Ve belki de hakikat şudur: İnsan, dış dünyaya ancak iç dünyasında yuvası varsa dayanabilir…

Vesselam…