Neşet Ertaş, sadece bir saz ustası, bir halk ozanı değildir; o, gönül ikliminde arif bir derviş, bozkırın ortasında doğmuş bir bilgedir. Sesi, Kırşehir’in sarı toprağından, bozkırın rüzgârından, insanın içindeki derin sızılardan süzülüp gelir. Söyledikleri, sazın telinde inleyen bir ezgi değil, gönül tezenesiyle dile gelen hakikatlerdir.
O, varlıkla yokluk arasındaki ince çizgide, yoksulluğun bağrından doğmuş bir emekçidir. Fakat onun yoksulluğu maddî değildir sadece; o, dünyanın geçici heveslerinden arınmış, özüyle baş başa kalabilmiş bir hâlin sahibidir. Yoksulluğu bir dervişin yoksulluğu gibidir; azla yetinmenin, kanaatin, suskunluğun yüceliğiyle doludur.
Her türküsünde insanın iç âlemini aramıştır. Onun Leylâ’sı, sadece bir sevgili değildir; Leylâ, insanın içindeki hakikati, aşkın mutlak kaynağını arayışın sembolüdür. Her demde söylediği doğa tutkusu da bu aşkın bir yansımasıdır; suya, toprağa, dağa, taşa bakarken, orada Yaradan’ın nakışını görür…
Tasavvufta Leylâ, beşerî aşktan ilahî aşka uzanan bir mertebedir. Neşet Ertaş da Leylâ’sını ararken aslında insandaki en derin özlemi, vuslatı arıyordu. Onun sazından dökülen her ezgi, insanın kendi iç yolculuğunu işaret eder: “Kendi özünü bil, kendi Leylâ’nı bul.”
Neşet Ertaş’ın sesi bozkırın ortasında yankılanan bir nefes gibidir; kimi zaman bir Yunus’un sadeliğini, kimi zaman bir Hacı Bektaş’ın hikmetini taşır. Onun türkülerinde tasavvufun en yalın halleri vardır: kibirden arınma, özle yüzleşme, insanın insana yoldaşlığı. O, kimseyi hor görmeyen, gönül kapısını herkese açık tutan bir alçakgönüllülüğün sembolüdür…
Bozkırın rüzgârına, dağın taşına, suyun sesine kulak vermiştir. Çünkü doğa, Hak’kın bir aynasıdır. Tasavvufta her varlık, Yaradan’ın isimlerinin bir tecellisidir. Neşet Ertaş’ın doğa tutkusu, bu tecelliyi görme kudretinden gelir. Bir çiçeğe bakarken güzelliği değil, güzelliğin kaynağını; bir suya bakarken serinliği değil, serinliği veren kudreti hisseder.
Suskunluğu bile çok şey söyler. Çünkü bazen söz biter, saz konuşur. Bazen saz da susar, gönül konuşur. İşte Neşet Ertaş, o suskun gönül dilini bize ulaştıran bir elçidir… Neşet Ertaş için saz, yalnızca bir müzik aleti değil, bir dervişin tesbihidir. Her tel, gönül zikrinin bir notasını taşır. Fakat bazen sözler tükenir, saz da susar. O zaman geriye sadece gönlün dili kalır. Neşet Ertaş’ın suskunluğu, dervişin “hal dili”dir: Söylemeden söylemek, göstermeden öğretmek. Onun sessizliği bile bir öğretidir; alçakgönüllülüğün, tevazünün ve kanaatin öğretisi…
Bozkırın ortasında bir halk kahramanı gibi yaşadı, bir derviş gibi göçtü. Geride kalan ise sadece türküler değil; bir gönül öğretisi, bir ahlak ve bir insanlık çağrısıdır. Onun mirası, bozkırın sonsuz ufukları gibi bitmez tükenmez bir ilhamdır…
Vesselam…