“Kentin Sermayeyle Savaşı” başlıklı yazım, beklediğimden fazla yankı uyandırdı.

Siyasi yelpazenin hemen her kesiminden arayanlar oldu. Kimi övdü, kimi “biraz sert olmuş” dedi.

Ama neredeyse herkes aynı şeyi tekrarladı: “İçimizden geçenleri yazmışsın.”

Ne var ki bu “içimizden geçenler”, sadece içimizde kaldı.

“Yorum yapmadınız neden?” diye sorduğumda, yanıt değişmedi:

“Burada esnafız, başımıza iş almayalım.”

Korku, düşünceden önce konuştu…

Ben buna “karnından düşünmek” diyorum.

Yani, düşüncenin doğduğu yerin artık beyin değil, karın olduğu hâl, bir insanlık durumudur.

Karın; korkunun, geçim derdinin, çıkarın mekânıdır…

Oradan doğan düşünce, özgür değildir; sindirilmiş, ezilmiş, içe dönmüş bir reflekstir…

Bizim toplumda “sessizlik”, çoğu zaman erdem değil, savunma biçimidir.

İnsanlar susarak kendini korur; çünkü konuşmak, birilerini rahatsız etme ihtimali taşır.

Böylece yerel kültür, farkında olmadan bir tür “iç denetim sistemi” üretir:

Kimse kimseyi sansürlemese de herkes birbirini duyar, tartar, değerlendirir.

Bu yüzden düşünce, kamusal alana değil, özel konuşmalara sığınır.

Bir şehir, düşünmekten korkan insanlarla var olabilir mi?

Ya da korkunun kol gezdiği bir yerde “ortak akıl” denen şeyden söz edilebilir mi?

Belediyeler albüm hazırlar, törenler düzenler,

ama o albümlerde halk yoktur; sadece halkın sureti vardır.

Katılım, bir fotoğraf karesiyle sınırlıdır.

İnsanlar görünür, ama fikirleri görünmez…

Karnından düşünmek, aslında bir tür toplumsal mide yanmasıdır.

Haksızlıklar, kaygılar, sessizlikler orada birikir, hazmedilemez.

Ve sonunda kent, kendi iç sıkıntısıyla kıvranır…

Bir şehir ancak şunu sorduğunda iyileşir:

“Ben neden susuyorum?”

Ve bir insan ancak o zaman insan olur:

Karnından değil, vicdanından düşünmeye başladığında…

Vesselam…