Sarılmak…

Bir kalbin, diğerine “ben de sende varım” demesidir.

Kucaklaşmak…

İki nefesin bir duada buluşmasıdır…

Tarlada güneşin alnında çalışan annenin elinde, ter değil rahmet damlası birikir.

Bir bardak su getirir baba ve o su, yalnız susuzluğu değil, şükrü de giderir.

Ve sofra kurulunca, ekmeğin buharı duaya karışır…

O sofrada gül gibi açar muhabbet;

çünkü her lokma, gönüllü bir sadaka olmuştur.

İşte o an, aile birliğinin sırrı çözülür:

Anne, Rahmet’in;

Baba, Kudret’in;

Çocuklar, Safiyet’in aynası olur…

Ehli Beyt’in evinden esen bir rüzgâr gibi, bu evde de ilahi bir denge hissedilir.

Fatıma’nın sabrı, Ali’nin vakarına karışır; Hasan ve Hüseyin’in tebessümü, o sofrayı nura gark eder…

Fakat gün gelir, dünya gürültüye karışır.

İnsan, kalbinin derinliklerinden uzaklaşır.

Gayya’nın başka bir adıdır artık “ekran”;

gözler birbirine değil, suretlere bakar.

Oysa gönül gözü, sureti değil sırrı görmeliydi…

Unuttuk: Sarılmak, bir zikir gibiydi aslında.

“Allah” der gibi kucaklardık birbirimizi.

Bir annenin eline dokunmak, “Bismillah” demekti.

Bir babanın omzuna dayanmak, “Elhamdülillah” demekti.

Bir çocuğun gülüşü, “Subhanallah”ın tebessüm haliydi…

Tasavvuf ehli der ki:

“Kucaklaşmak, iki gönlün bir nurda erimesidir.”

Çünkü her sarılma, iki kalp arasında köprü kuran görünmez bir nur ipidir.

O ip, Âdem’den bugüne kadar hiç kopmadı…

Ve her defasında, biri “ben varım” dediğinde, diğeri “sen de bendesin” diye cevap verdi…

O yüzden biz, iki kere sarılmalıyız birbirimize:

Birincisi, insan olduğumuz için.

İkincisi, insanın yanındaki emek için… Çünkü her sarılma, her kucaklaşma, her tokalaşma doğanın secdesi ve cemreleridir ve de beden yere değil, gönle eğilir…

Vesselam…