Geçtiğimiz Günlerde yanıma bir arkadaşım uğradı. Bana öyle şeyler anlattı ki bir türlü aklımdan çıkmadı… Tam da hastaneye yatmaya giderken gerçekleşti bu görüşme… O arkadaşına bir mektup yazsın istedim…

Şöyle…

Sevgili Dostum,

Seni hep oyunun içinde görürüm. Ne var ki sahada bir türlü topa yükseldiğini göremem. Hep “kambura yatmak”la meşgulsün. Ne güzel bir meziyet doğrusu! Ne başkasının yükselmesine izin verirsin, ne de kendin zahmete girersin. Hem var gibisin, hem de yok; ustalık ister böyle görünürken görünmemek… Nasıl beceriyorsun bu insanlık durumunu?

Sözlerinin bolluğuna diyecek yok. Öyle vaatler savurursun ki, dinleyen sanır ki dağlar devrilecek. Ama iş gelip de icraate dayanınca, üç sihirli kelimen vardır: “Görmedim, duymadım, bilmiyorum.” Ne büyük ustalık! Bir sorumluluğu sahiplenmeden, her yükün altından pürüzsüzce sıyrılmak… Gerçekten de sıyrılabiliyor musun?

Ben sana “anı hırsızı” diyorum. Ama hırsızlığın bile bir asaleti olur derler, seninki daha çok bohçacılığa benzer. Gittiğin evde gördüğün eksikleri kendi mutfağında tamamlar, başkasının sözlerini kendi cümlene yamarsın. Ortaya da kocaman bir yama bohçası çıkar. Öyle gururla taşırsın ki onu, sanki kendi emeğinmiş gibi… Hep “gibi” yaşadığın için aslın ne kadar sonra ortaya çıkacak?

Disiplin dersen, pek uğramaz kapına. Öz saygı mı? Sanırım sana hiç misafir olmadı. Ama olsun, sen yine de kendini dolu sanırsın. Zira başkasından devşirdiğin her parçayı “kendi hazinem” diye saklarsın. Ne var ki yamalarla dolu bohçanın bir gün çözüleceğini hiç aklına getirmezsin… Yamalı bohçalar bir gün yamasını kapatamazsa ne olur hiç düşündün mü?

Seni izlerken oyunu düşünüyorum. Kambura yatan oyuncu sadece rakibine değil, kendine de zarar verir. Sen de öylesin işte: ne yükseliyorsun, ne de yükselten oluyorsun. Hep bir gölge, hep bir engel, hep bir “miş gibi”… Kambura yatmıyorsun aslında kambur oluyorsun kendi kendine yük… Öyle değil mi?

Ama olsun, hiçlik de bir hayat tarzıdır nihayetinde. Üstelik seninki epey gösterişli…

İbretle…

VESSELAM…