Takvim yaprakları Ekim’i gösteriyor olsa da, hakiki takvim başka bir yerde saklıdır: Güneşle ayın kavuşmasında, gece ile gündüzün eşitlenmesinde… İşte o denge günlerinden biridir bugün. Yarın gündüz biraz daha kısalacak, gece biraz daha uzayacak. Zamanın sarkacı ağır ağır yeni bir ritme geçecek. Denizlerde soğuma başlayacak, güneş gölgeli doğacak, dallarda biriken yapraklar usulca toprağa düşecek. İnsan da kendi içinde yeni bir iklime hazırlanacak…

Dolaplar açılacak, kışlıklar çıkacak, yorganlar tekrardan gözden geçirilecek. Son turşu da kurulacak… Zeytinlerde salamura kokusu…

Sonbahar, doğanın bize fısıldadığı bir öğüttür: “Bırak, yenilenmeye hazır ol.” Çocukların okul yolundaki alaca karanlıkları, naftalin kokusuyla açılan sandıklar, annelerin “Aman üşütme” tiradı… Bunlar sadece mevsim işaretleri değil, aynı zamanda hayatın döngüsünün de simgeleridir. İnsan bazen unutuyor; baharı tam yaşayamıyor, yazın bereketini tüketiyor. Fakat sonbahar hep hatırlatıyor: “Bahar bitti ama umut yeniden dönecek.”

Belki de bu yüzden sonbahar biraz gurbet gibidir. Nereden geldiği belli olmayan bir özlem, bilinmeyen bir memleket duygusu… Sonbahar içimizdeki gurbeti çoğaltır ama aynı zamanda bizi kendimize de yaklaştırır…

Şairlerin kalemi bu mevsimde daha çok dirilir. Nazım Hikmet’in dizelerinde beliren “ıslak saçların güneşte kuruması” ya da “olgun meyvelerin baygın kızıllığı” aslında hepimizin iç sesidir. Şair sezgisiyle fark ettiğimiz ama dile getiremediğimiz o titreşimi söze döker. Bu yüzden Eylül- Ekim edebiyatın en çok beslendiği ay olur. İnsan kendi şiirini yazmaya, kendi destanını kurmaya daha yatkındır…

Ben de bu satırları bahçedeki dut ağacının gölgesinde yazıyorum. Önüme düşen bir yaprağa bakıyorum: Yeşiline düşmüş bir kiraz yarası sanki. Toprağa kavuşacak, toprağın bağrında yeniden dirilecek, meyvesini belki ilkbaharda kuşlar tadacak. İşte yaşamın sırrı burada: Ölüm gibi görünen düşüş, yeniden doğuşun hazırlığıdır… Kim bilir belki son sonbaharımdır…

Sonbahar düşüncelerin mevsimidir. Yalnızca doğanın değil, insanın da içine doğru eğildiği, kendini yokladığı, yüzleştiği zaman dilimidir. Hz. Ali’nin “İlmin aslı birdir” sözü bu mevsimde daha çok yankı bulur. Çünkü hakikati anlamak için doğaya bakmak yeterlidir. Yaprak dökümünde bilgeliğin işareti vardır: Her şey fânidir, ama fanilik içinde bir devridaim gizlidir. Bunu kavrayana Ârif, kavrayamayana Câhil denir.

Sonbahar aynı zamanda “dem”dir. “Dem bu demdir” diyen erenlerin sözü, mevsimin kalbine dokunur. Çünkü insanın sahip olabileceği tek an şimdidir. Ne geçmişin yükü ne geleceğin kaygısı… İşte sonbahar bu anı daha derin yaşatır. Bir kahvenin demi, bir muhabbetin demi, bir ömrün demi… Her şeyin kıymeti, faniliğiyle ölçülür.

Anadolu erenleri, bu hakikati sezmenin yollarını gösteren ışık kaynaklarıdır. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Niyazi Mısri… Hepsi insana aynı şeyi söyler: “Hayat düşmekle değil, kalkmakla anlamlıdır. Ölümlü olmak, ebediyetin kapısını aralamaktır.” Sonbahar bize bu hakikati hatırlatır; hem gülün zarafetini hem de erdemin gizemini taşır.

Sonbahar bir mevsimden fazlasıdır. O, insanın kendi içine tuttuğu bir aynadır. Dışarıda sararan yapraklar, aslında içerideki dönüşümün metaforudur. Belki de bu yüzden hüzünle umut aynı anda yaşanır bu mevsimde. Hüzün, dökülüşün; umut ise yeniden filizlenecek tohumların habercisidir.

Özdemir Asaf’ın dizeleriyle söylersek:

“Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar

Seninle yeşerdiler, seninle soldular…

Olsunlar senden sonra da umut yaprakları.”

Evet, sonbahar umutların ve bereketin başkentidir. Bize ölümü değil, yeniden doğuşu; ayrılığı değil, kavuşmayı; kaybı değil, kazancı anlatır. Bu yüzden “Sonbahar Destanı” aslında insanın kendi destanıdır…

Vesselam…