Bazen bana şu soruluyor: “Siz bu kadar farklı konularda nasıl düşünebiliyor, nasıl yazabiliyorsunuz?”

Bu soruya yanıtım her zaman aynı olmuştur: Tarihsel bir bakış açısına sahip olmam, sosyolojik verileri önemsemem ve gündelik yaşamın derinliğini anlama gayretim, düşünme biçimimin omurgasını oluşturur. Bunu yaparken de insanları ayrıştırmam ve kesinlikle kategorilere ayırmam… Bu noktada bütün insanlar gözümde eşittir… Hiç kimseye “sıradan insan…” ya da zengin insan, kariyerli insan” ayrımı yapmadığım gibi yapanlarla da mesafeli bir duruşum vardır… Düşünce benim için bir soyutlama alanı değil, yaşadığım kente, topluma, insanın kendi kaderine dokunan canlı bir süreçtir…

Bu yüzden her yazıdan, her tartışmadan önce bir adım geri çekilir ve kendime şu soruyu sorarım:

“Ben bu yaşadığım kente ne katıyorum, bu düşünce nereye dokunuyor?”

Çünkü düşünmek, bir soyutlama olduğu kadar bir eylemdir de. Ve eylem, toplumdan, sınıftan, tarihten bağımsız olamaz. Sınıfsal bir bakış açısına sahip olduğumdan, düşünmenin merkezinde her zaman eşitsizliğe, adaletsizliğe ve özgürlüğe dair bir hassasiyet vardır.

Felsefe, bu sürecin temel veri tabanıdır benim için. Antik çağdan bugüne kadar insanın varlık arayışını anlamaya çalışmış düşünürler, yalnızca bilgi değil, bir yaşam biçimi öğretirler.

Pisagor, ruh ile beden arasındaki uyumun matematiğini öğretir. Sokrates, “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” diyerek farkındalığın kapısını aralar.

Platon, zihnimizdeki idealarla gerçekliği ayırmayı öğretirken, Aristoteles “altın denge” ilkesiyle ölçülülüğün, yani erdemin yolunu gösterirken:

Stoacılar ise özellikle Epiktetos ve Marcus Aurelius, bize kontrol edemediğimiz şeyleri bırakmayı, zihinsel sükûnetin anlamını öğretirler…

Sonraki çağlarda Descartes, zihnin kendi varlığını fark etme gücünü gösterir: “Düşünüyorum, öyleyse varım.”

Spinoza ise tutkuların ve duyguların doğasını anlamadan özgürlüğün mümkün olmadığını söyler. Kant, ahlaki özerklikle insanın kendi aklının efendisi olmasını ister. Nietzsche, yaşamın acısında bir yaratıcı güç görür…

Schopenhauer, arzunun doyumsuz doğasına bakarken; Heidegger ve Sartre, varoluşun yükünü sırtlanmayı, özgürlük korkusunu aşmayı öğretir. Simone de Beauvoir, insan ilişkilerinde eşitliği ve öznenin kendi kimliğini kurma mücadelesini dillendirir…

Ve nihayet Foucault, iktidarın sessiz ama derin ağlarını gösterir; bireyin düşüncesinin bile nasıl biçimlendirildiğini fark ettirir.

Ama yalnızca Batı düşüncesiyle yetinmem. Çünkü düşüncenin kökleri, insanlığın doğusunda da aynı derinlikle yeşerir… Hem de insana doğrudan dokunarak…

Lao Tzu’nun “akışta kalmak” öğüdüyle, Zhuangzi’nin rüya ile gerçek arasındaki geçirgenliğinde, Konfüçyüs’ün erdem anlayışında; Budha’nın arzu ve acı döngüsünü aşma öğretilerinde; Mevlânâ’nın semasında, Yunus’un sade sözlerinde, Hacı Bektaş’ın insana dair inancında aynı arayışı bulurum: Denge, özgürlük ve özsaygı…

Marksist düşünce ise bu büyük mirası toplumsal bir zemine taşır. Marx’ın, insanın kendi emeğinden ve doğadan yabancılaşmasına dair saptamaları, benim için yalnızca bir ekonomik çözümleme değil, insanın kendine yabancılaşmasının hikâyesidir…

Ve düşünmenin toplumsal bir görev, bir dayanışma biçimi olduğunu hatırlatır…

Tasavvufun iç sesiyle Marksist eleştirinin dış sesi bazen aynı yerde buluşur:

İnsan, hem iç dünyasında hem de toplumsal düzen içinde özgürleşmelidir.

Birinde nefsi aşmak vardır, diğerinde sınıf zincirini kırmak. Her ikisi de bir uyanış, bir “kendine dönme” çağrısıdır…

İşte sırf bu yüzden bu fakir, zaman zaman tasavvufun penceresini aralar ve yazılar yazar…

Benim düşünme rehberim, işte bu uzun hattın içinden geçer:

Pisagor’un ölçüsünden Mevlânâ’nın dönüşüne, Marx’ın eleştirisinden Foucault’nun çözümlemelerine uzanan bir süreklilik...

Çünkü düşünmek, yalnızca bir şeyleri bilmek değil; varoluşun ritmini duymak, dünyaya dokunmak, insana tanıklık etmektir; saygıyı, eşitliği ve gerçekçiliği de hiç unutmadan…

Ve algılara, sloganlara, kes, kopyala, yapıştır süreçlerine dâhil olmamaya çalışırım…

Vesselam…