Kardeşim yanıma geldi. “Kardeş candır” diye sevinirken, bir anda başka bir mesele kendini gösterdi: Telefonu şarj olmuyordu. Akıllı olan telefon, Ankara’nın kuru soğuğunda canavar gibi çalışırken, Akdeniz’in sıcak nemiyle tekledi. Bir telaş, bir panik…
O anlarda bende şimşek çaktı… Yaşadığımız dünyanın ne kadar da çok fetişi olmuşuz… Ben Safra Kesesinden oldum, kardeşim Hüseyin ise az daha cep telefonundan oluyordu… Bakıyorum da, belki bizler, telefonlarımızın refakatçisiyiz…
Ne dersiniz?
Biz, farkında olmadan, bazı nesnelerle öyle bağlar kuruyoruz ki, ruhumuzun bir uzantısı haline geliyorlar. Artık sadece iletişim için değil, varlığımızı teyit etmek, kendimizle temas kurmak için de kullanıyoruz onları. Modern zamanların en sadık sığınağı oldu ceplerimizdeki minik cam paneller…
Mutluluğumuz da orada, öfkemiz de… Bir bildirim sesinde sevinir, bir sessizlikte şüpheye düşeriz. Bir mesaj sağlar rahatlık; bir silinen fotoğraf içimizi acıtır. Bir sesli mesaj ağlatabilir. Ruhumuzu adeta kelimelere bölüp depolarız o ekranlara, kimi zaman kendimizden bile sakındıklarımızı bir başkası için o ekranda açık ederiz…
Belki de bu yüzden telefon kaybına “eşya kaybı” değil, “kişilik parçasının kaybı” gibi üzülüyoruz. Telefonlarımızı kılıflara, lens koruyucularına sarmamızın sebebi de sadece maddi değer değil; manevi yük…
Bir telefon bozulduğunda “arşivimiz” bozulur. Yazdığımız şeyler sadece sözcükler değildir, duygularımızın serçe parmağıdır. Kaybolan bir telefon “unutulmuş bir yüz” gibidir; onunla gideni artık geri çağırmak mümkün değildir.
Peki, bu hâl nereye varır?
Nesnelere tutunan, ruhunu ekranlara bırakan bir insan nasıl umut eder?
Bağımlı olduğumuz nesneler özgürlüğümüzün sınırlarını mı çiziyor?
Belki de tam tersi: O sınırları fark ettiğimiz anda umut da yeşerir mi?
Telefonun çalmadığı, ekranın açılmadığı bir anda gökyüzüne bakmayı hatırladığımızda… Bir bakışla anlaşıp, bir sessizlikte doyduğumuzda… Unutulan, basit insani temasların tekrar kıymete bindiği anda…
Belki umut, teknolojiyi yok saymak değil; ona mahkûm olmadan, insanın kalbinin sınırlarını hatırlayarak, onunla dost kalmakta saklıdır…
O nesnelerin kulu kölesi olmayı başarabildik kardeşimle. Kısa süreli olsa da… İnsan olduk yani… Duygularımızın anında, zamanın sarkacında, mekanın sonsuzluğunda… Hem ağladık hem de geçip giden hayata bir duble göz yaşı döktük… Ağlaştık…
Bazı insanlar vardır; yanında telefon olsa da olmasa da kalbimize dokunurlar. Onlarla konuşurken dünyayı değil, kendimizi duyarız. O an, hiçbir ekran bir diğer insanın sıcak gözünü, kırılgan sesini, çırılçıplak varlığını gölgeleyemez…
Yani evet…
Cep telefonlarımız ne kadar akıllı olursa olsun, hayat hâlâ bir bakışın içine sığar…
Vesselam…