Tarih, kendini bazen korkunç bir yankıyla tekrar eder. Uzak yüzyılların bir ucunda Anadolu’nun güneyinde, Akdeniz’in tuzlu rüzgârına karşı dimdik duran Likya kenti Ksantos vardı. Özgürlük uğruna topyekûn ölümü seçen bir halkın adıydı artık Ksantos. Bugünse, çağdaş dünyanın gözleri önünde direnen başka bir kent daha var:

Gazze…

Farklı zamanlarda, farklı dillerde ama aynı kararlılıkla:

"Teslim olmayacağız."

Ksantos: Toplu Ölümle Gelen Şerefin ön adıydı… Aynı denizin fısıldadığı bir direniş ruhu…

M.Ö. 546 yılında, Pers orduları Ksantos’un kapılarına dayandığında, halk tek bir şeyde uzlaştı: Esaretin alternatifi ya özgürlük ya ölümdü. Kadınlarını ve çocuklarını saklayarak değil, ateşe vererek korudular kölelikten. Erkekler ise son bir saldırıyla ölüme yürüdü. Şehir küle döndü, ama onurun külleri binlerce yıl sonrasına kadar savruldu.

Gazze: Yaşarken direnmenin bir önsözü… Bir destan… Bedeli kanla ödenen bir bağımsızlık türküsü…

Gazze, çağımızın canlı yarası. Bombaların altındaki çocuklar, yıkılan hastaneler, yok olan mahalleler… Ancak bu yok oluşun ortasında bile bir halk, köleliğe ve unutturulmaya karşı direniyor. Gazze'nin direnişi, silahlı olmaktan çok daha fazlası: Hayatta kalmak, anlatmak, var olmaya devam etmek… Filistin, Arap olmanın çok ötesinde bir çığlık ve Emperyalizme vurulan bir darbedir…

Ksantos halkı bir kerede öldü, onurla. Gazze halkı ise her gün ölüp dirilerek, bir ömrü direnişe çeviriyor. İki Direniş, Tek Ruh…

Ksantos'ta yakılan evlerin küllerinden tarih yazıldı. Gazze’de yıkılan evlerin enkazında ise bugün gelecek direniyor. Her iki halk da "teslim olmamak" fikrini tarihe mühürledi… Ksantos, özgürlük uğruna can verdi. Gazze, özgürlük için yaşayarak direniyor…

Farklı çağlarda, aynı ateşle kavrulmuş bu iki kentin hikâyesi bize şunu haykırıyor:

Zulüm evrenseldir ama direniş de öyle…

Kim bilir belki aynı denizin sularında olmanın bir öyküsüdür…