12 Eylül faşizmi yalnızca bir siyasi rejim değişikliği değildi; toplumun belleğini kazımaya çalışan derin bir mühendislik projesiydi. Bu mühendisliğin en sert darbeyi vurduğu kesimlerin başında ise öğretmenler geliyordu. Çünkü öğretmen, düşüncenin taşıyıcısıdır; çünkü öğretmen, bir toplumun yalnızca bilgisini değil, direncini, sorgulama gücünü, eleştirel damarını da taşır. Bu nedenle 12 Eylül’ün cellâtları en çok öğretmenlere yöneldi. Örgütlü yapıları dağıtıldı, sendikalar kapatıldı, binlerce öğretmen sürgüne gönderildi, işten atıldı, cezaevlerinde işkence gördü. Bir milletin belleği, bir toplumun vicdanı susturulmak istendi…

Ama faşizmin bildiğimiz bir huyu vardır: Önce öldürür, sonra mezarın üstünü çiçeklerle süsler. İşte 24 Kasım, bu çiçeklendirilmiş mezarın adıdır… Bu yüzden protokol sevdalılarına iş düşer, çiçekler alınır verilir… Öğretmenler adına hoş birkaç söz… Ardından unutulup giden, hatta unutturulmaya çalışılan bir tarihsel dönemeç…

1981’de, darbenin soğuk nefesi hâlâ insanların enselerinde hissedilirken, öğretmenlerin sesleri susturulmuş, örgütlülükleri dağıtılmış, meslekleri sistematik olarak itibarsızlaştırılırken birden “24 Kasım Öğretmenler Günü” ilan edildi. Bu tarih, mantıksal bir armağandan çok, siyasal bir makyajdı. Çökertilen öğretmen kimliğinin üstüne, “öğretmen candır, öğretmen bir mumdur” gibi boş sloganları serperek toplumsal hafızayı yeniden biçimlendirme çabasıydı. Bir bal parmağı ağza uzatıyorlardı; fakat tadı, kaybedilen hakların acısını daha da derinleştiriyordu…

Ne acıdır ki, bu “bal parmağı” zamanla öyle bir norm haline geldi ki, pek çok öğretmen 24 Kasım’ı kendi mesleğinin kutsal günü olarak benimsedi. Faşizmin hafızaya vurduğu darbe, bu kabulde daha berrak görünür. Çünkü bir toplumun öğretmenleri hafızalarını kaybettiğinde, artık hiçbir şey hatırlanmaz: Ne bedeller, ne mücadeleler, ne sürgünler, ne cezaevleri…

12 Eylül’ün gerçek amacı buydu: baskı aygıtıyla sindirmek, sonra hediyeymiş gibi sunulan sembollerle meşruiyet üretmek. 24 Kasım da, bu meşrulaştırmanın kültürel mühendislik ayağı oldu. Sanki işkencehanelerde çığlıkları duyulan öğretmenler hiç var olmamış gibi… Sanki mesleğin onuru tankların paletleri altında ezilmemiş gibi…

Bu yüzden 24 Kasım bir “Öğretmenler Günü” değildir. Olamaz. Çünkü bir günün “gün” olabilmesi için ardında saygı, onur, emek ve adalet olmalıdır. 24 Kasım ise öğretmenlere reva görülen zulmün üstünü kapatmak için atılmış ince bir örtüdür. Yırtıldığında altından işkence odaları, kapatılan sendikalar, dağıtılan örgütlü mücadeleler çıkar…

Belki de asıl çelişki burada başlar: Öğretmenler, en çok hafızayı diri tutması gerekenlerdir; ama bugün bu tarih, toplumsal hafızanın kör noktasına dönüşmüştür. Ellerine tutuşturulan çiçeklerin ardında, kendilerini susturmuş bir tarihin gölgesi dolaşır…

O halde soru şudur: Bir toplum, kendi öğretmenlerinin hafızasını unutturmayı başarıyorsa, kim hiçliği öğretir bundan sonra?

Gerçek bir Öğretmenler Günü, 12 Eylül faşizminin gölgesinde doğamazdı. Adaletin olmadığı yerde kutlama da olmaz. Ancak hafızasını geri kazanan bir toplum, o günü yeniden tanımlayabilir.

Ve belki de öğretmenlere düşen ilk ders, kendi tarihlerinin dersini unutmamaktır…

Ne dersiniz?

Vesselam…