Kuşların hükümdar arayışıyla başlayan o eski hikâye, yalnızca Doğu’nun değil, insanlığın müşterek hafızasında açılmış bir yarıktır. Attâr’ın Simurg’u, masal gibi görünen bir düşünce aynasıdır. Binlerce kuşun bir araya geldiği o vadide, aslında insanlığın bütün çağlarının gölgesi dolaşır. Çünkü toplumlar da tıpkı kuşlar gibi, kendi hükümdarlarını hep dışarıda aramaya yatkındırlar.

Mircea Eliade, mitlerin “kutsalın zamanı” olduğunu söylerken, modern insanın yitirdiği bir şeyi işaret eder: merkez. Merkez kaybolduğunda toplum kendini dış seslere bırakır. Hükümdar arayışı, içindeki boşluğu başkasıyla doldurma çabasıdır. Nitekim bugün de toplumsal alanın her yerinde bir “kurtarıcı beklentisi” dolaşmıyor mu? Siyasi figürler idealize ediliyor, parti sloganları kutsallaştırılıyor, liderlik bir akıl rehberliğinden çıkıp neredeyse mitik bir nitelik kazanıyor.

Oysa Joseph Campbell çok daha yalın bir gerçekte ısrar eder: Her kahraman kendi yolculuğunu kendisi tamamlar. Kahraman dışarıdan gelmez; içeriden belirir. Toplumsal yapımız ne kadar gürültü üretirse üretsin, birey kendi çağrısını duymadan dönüş gerçekleşmez.

Simurg anlatısının en çarpıcı yönü de budur:

Binlerce kuş yola çıkar, yolda yorulur, şüpheye düşer, geri döner.

Kalan otuz kuş, kapıya varır.

Kapı açılır ve bir ses söyler:

“Karşıya bakın.”

Ve her biri kendi yüzünü görür…

Claude Lévi-Strauss’un mit çözümlemelerinde vurgu yaptığı şey, tam olarak budur: Toplumun mitleri, toplumun kendi zihninin şifreleriyle örülüdür. Simurg’u dışarıda arayan kuşlar, aslında kendi iç bütünlüğünü kaybetmiş toplulukların alegorisidir. İnsanlar kendi özlerine yabancılaşırsa, dışarıdan bir otoriteye, bir lidere, bir “üst akıl”a daha sıkı sarılır. Yolda kalmalarının nedeni, yolun uzunluğu değil; kendi iç seslerini duyamayacak kadar gürültü içinde olmalarıdır.

Bugünün dünyasında bu gürültü daha da yoğun.

Sosyal medya ezberleri, politik sloganlar, yapay kutuplaşmalar…

Hepsi birer “yol yorgunluğu” değil midir?

Kuşların yorulup yere konması gibi, birey de hakikatin ağırlığını taşımak yerine kolay sloganlara sığınıyor. Çünkü kendi hakikatine bakmak, aynaya bakmak kadar zor…

Simurg’un aynası bize şunu söylüyor:

Toplumsal körlük, bireysel yüzleşmeler ertelendiğinde başlar…

Attâr’ın kuşları, Campbell’ın kahramanı, Eliade’nin kutsalı ve Lévi-Strauss’un yapılar arası aklı aynı noktada birleşir:

İnsan önce kendini görmezse, gördüğünü hükümdar sanır.

Kendi içindeki boşluğu doldurmadan siyasal alanı düzenleyemez.

Kendine hükmetmeyen, başkasının hükmüne talip olur…

Belki de Simurg efsanesinin bugüne en önemli mesajı şudur:

Kurtarıcı beklemek, aynaya bakmaktan kaçmanın şiirsel bir biçimidir…

Ve düşünürler yüzyıllardır bu aynayı parlatıp durur.

Kimi kutsalın izini sürer, kimi tarihsel fısıltının sesini duyar, kimi toplumun bilinçdışı yapısını kazır…

Ama hepsinin ortak çağrısı aynıdır:

Kendine dön. Kendini gör. Yoksa hiçbir yol tamamlanmaz…

Bugün Kaf Dağı, haritalarda değil, insanın kendi iç katmanlarında duruyor…

Kapı hâlâ orada.

Ses hâlâ aynı cümleyi söylüyor:

“Karşıya bakın.”

İnsanlar da bakar mı bilinmez…

Vesselam…