Ziya’yı ilk tanıdığımda elinde bir davul vardı. O davulun sesi sanki gökyüzünü ve toprağı aynı anda konuşturuyordu. Oysa o evin çatısında fareler cirit atıyordu ve bir ahırdı… İnsan onun yanında ritmin sadece müzik olmadığını, aynı zamanda bir nefes, bir duruş, bir hayat biçimi olduğunu anlıyordu… Sesler ve yüzler karışırken aynı zamanda bir hayat felsefesi de kendine yurt ediniyordu…
Kendi endazesindeki sebzeler, baharatlar onun karakterinde birer üslup taşıyıcısı olur, şifa taşıyan kapılar bire bir açılırdı… Sanata uygun olan biri aynı zamanda da pişiren ve usunda da bir dem yaratan kişi olmalıydı… Öyle de oldu.., Defalarca yemeklere Ziya-i Hüsna ekledi…
1965’te Şanlıurfa’da doğmuştu. Çocukluğu, çok sesli bir coğrafyanın ortasında geçmişti. Her sokak başında başka bir dil, başka bir melodi; her düğünde başka bir ritim vardı. O zenginlik, onun ruhuna işledi. Ankara’ya geldiğinde, Ulus Endüstri Meslek Lisesi’nde okurken sahnelerde yer almaya başlamıştı. TRT’de, Kültür Bakanlığı’nda, sayısız sanatçının yanında çalmıştı. Ama asıl dikkat çeken şey, her sahneyi bir öğrenme mekânı, her ustayı bir öğretmen bilmesiydi…
Ziya, sadece çalan biri değildi. Biriktirdiğini paylaşmak isterdi. O yüzden firmalarda, okullarda, büyük şirketlerde dersler verdi. Çocuklara beden perküsyonu öğretti. Antakya depremi sonrası Hatay ve Adıyaman’daki atölyelerde çocukların yüzüne yayılan o gülümsemeyi görseydiniz, sanatın iyileştirici gücünü daha iyi anlardınız…
Bir gün yolunu vitray sanatı kesmişti. “Camın ışıkla dansı da ritimdir” derdi. Şekip Oğuz’un yanında öğrendikleriyle Omni, Mikron, Artdeco ve kendi atölyesi Grizay’de camı işledi. Kocatepe Camii’nin vitraylarında, Milli Kütüphane’de ya da herhangi bir evin penceresinde onun parmak izini bulabilirsiniz…
Son yıllarda ise mekânın kendisini dinlemeye koyuldu. “Yerin de bir tınısı vardır” diye anlatırdı. ODTÜ’den Prof. Dr. Anlı Ataöv ve Çankaya Üniversitesi’nden Dr. Can Gölgelioğlu ile yaptığı projelerde mekânın hafızasını ritimle açığa çıkardı. Ulus Hanlar Bölgesi’nde öğrencilerle yaptığı çalışmada taşların yüzlerce yıllık sessizliğini davul sesiyle konuşturdu. Erimtan Arkeoloji Müzesi’nde davulunu çaldığında, müziğin tarihle buluşmasına hepimiz tanıklık ettik. 2024’te “Efes’in Tınısı”nda öğrencilerle antik taşları ritimle ve yapay zekâyla konuşturduğunda ise zamanın çizgilerini birbirine bağladı.
Ziya’yı anlatmak kolay değil. O, çelebiliğin başkentinden çıkmış bir dost gibidir. Samimiyeti, suskunluğunda biriktirdiği isyan, doğaya olan bağlılığı… Hepsi onda birleşir. Vurmalı sazların üstadıdır, ama ondan da öte, insan kalbinin ritmini dinlemeyi bilen biridir.
Onu tanıyan herkes bilir: Ziya için sanat, yalnızca bir uğraş değil; birleştiren, dönüştüren ve iyileştiren bir yoldur…
Ve o, hâlâ o yolun yolcusudur...