Her kentin bir hafızası vardır; kimi zaman taşlara siner, kimi zaman bir anının içine gizlenir, bazen de suskun bir göz bakışında belirir. Fakat bazı yerlerin hafızası yalnızca hatırlamakla kalmaz; şiir gibi işler zamanı, duyguyu ve sesi…
Kibri de, kaprisi de, kompleksi de bilir bu topraklar… Yaşadığı kente ihanet eden rantiye şebekesini de empati yapmayan, insan olmayı bile beceremeyen kişi ya da yöneticileri de kazır hafızasına… İyiyi de kötüyü de aynı anda yaşar…
Likya işte böylesi bölgelerden biridir. Onun hafızası sadece geçmişe ait değildir; yaşayan, büyüyen ve zamanla yeniden yazılan bir poetik bellektir…
Daha geçtiğimiz hafta iyilik ile Opramoas’ın bağını kurmuş, sonrasında da Ksantos ile de Gazze’nin bağını kurarak ve bir direnişin destanını yazmıştım… Şimdi de buralardan yola çıkarak bir kent hafızasını yazmak istiyorum…
Kumluca’nın dağlarına, taşlarına, tepelerine, derelerine, yaylalarına, Yörük çadırlarına, oradan da masmavi gökyüzüne, pırıl parlayan yıldızlarına ve dolunaya…
Kumluca’da doğa sadece fon değildir; olayların, duyguların ve hayatın asli öznesidir. Portakal çiçeklerinin baharda yaydığı koku, geçmişle bugün arasındaki en keskin şiirsel bağdır belki... O koku, çocukluğa, ilk aşka, kayıplara ve umutlara dair sessiz dizeler mırıldanır insana. Ve bu koku, kentin hafızasında mevsimden çok bir anlama dönüşür… Dönüşürken de sizleri dönüştürür… Biri iyi anlamda diğeri ise kötü…
O portakal bahçeleri ranta kurban gittikçe burnunuzun direği sızlar… Bazen de o portakal çiçeklerinin kokusuna öylesine bir aidiyet düzersiniz ki, hiçbir para-pul umurunuzda olmaz… İşte o portakal bahçelerindeki gök gökyüzüne, ay tam da dolunaya, yıldızlar da daha güzel parlamaya başladığında siz yeniden doğumun bir haritasında olursunuz…
Bir köy kahvesinde oturmuş yaşlı bir adamın dudaklarından dökülen sözcükler, yalnızca geçmişe değil, şimdinin içindeki derin anlamlara da dokunur. O sözlerde öfke yoktur ama sitem vardır; hayata değil, onu hoyratça şekilsizleştiren unutuşlara. Ve bu unutuşlar, betonlaşan tepelerde, susan çaylarda, yanmış ormanlarda kendini gösterir…
Oysa bu coğrafya, yüzyıllar önce Opramoas gibi hayırseverlerin adımladığı, Likya’nın direnişini tarihe yazdığı, taşlarda yontulmuş bir şiirin mekânıydı. Şimdi ise bu tarih, yer yer bir molozun altında, yer yer bir turistik broşürün ucunda durmaktadır…
Oysa hafıza, gösterilerek değil, yaşanarak korunurdu… Samimiyet, sahicilik ve sorumluluk gerekliydi…
Kumluca’nın poetik hafızası doğayla, halkla, zamanla ortaklaşa yazılmış bir şiire ne zaman dönüşür... Bir imar planına sığmaz, bir seçim vaadine kurban edilemez, bir reklam spotuna indirgenemez. Bu hafıza, dağın eteğinde yetişen kekik kadar serbest, dere yatağındaki taş kadar sessiz, bir ninenin gözyaşı kadar gerçektir… Gerçektir de günümüzün nobran politikacılarının umurunda olmaz… Ana omurga para, rant ve kapitalizme aidiyet düzmektir…
Ve ne yazık ki bazen bu hafıza yanar… Her yaz yeniden yanan ormanlar sadece ağaçları değil, o ağaçların gölgesinde bekleyen şiirleri de yakar. Fakat külün altından filizlenen otlar gibi, Kumluca’nın poetik hafızası da yeniden doğar. Çünkü burada hayat, doğa gibi, şiir gibi inatçıdır…
Her ne kadar empati yoksunu yöneticiler boy gösterirken Protokol bulvarlarında, bir orman çalışanı can vermektedir… Yanan (YAKILAN) ormana karşı oturduğu yerde duramayan bir gönüllü can vermektedir…
Diğer yanda ise günübirlik yapılan uyarı anonslarına rağmen, mangallar yakılır…
Diğer yanda ise bir ekosistem can çekişmektedir… Utandım… Birileri de utanır mı bilmem…
Kumluca’yı sadece coğrafi bir bölge olarak görmek, onun belleğini yaralamaktır…
Onu anlamak ise bir çam ağacının gölgesinde sessizce oturmakla, sabahın erken saatlerinde limon kokusuna uyanmakla, yayla yolunda tek başına yürümekle mümkün ise de denizin ruhunu da bozduğumuz için deniz kıyısında yürüyün diyemiyorum…
Düşünde kurduğunuz, antik kentler, kaleler, amfi tiyatrolar, agoralar, şapeller, nekropoller bu yozlaşmışlıktan mıdır bilinmez ama biraz gri renktedirler sanki…
Kimi yerler hatırlanmak için vardır. Kumluca, unutulmamak için değil, her gün yeniden yazılmak için vardır… Günübirlik kurulan Emek Pazarında atar kentin yüreği…
Şiiri, edebiyatı, sanatı olmayan bir kente sinema da gelmez…
Oysa her zaman Tatlı Su Balıkları her daim vardır… Bu balık sürüleri tatlı sularda boy gösterir… Hiç sıkıya gelmezler… Kendi konfor alanlarından çıktığı zaman huzurları bozulur… Sorunları görürler, görmezlikten gelirler… Duyarlar duymazlıktan gelirler… Hemen her şeyi bilirler, bilmezlikten gelirler…
Ne var ki, şimdilik bu tatlı su balıkları tarafından alıklaştırılıyoruz… Çünkü her şeyi en iyi onlar biliyorlar…
Vesselam…