Sözün değeri ucuzladığında, hakikatin tadı tuza dönüşüyor. Bugünün politik ikliminde her cümle, daha kurulmadan bir kampın rengine boyanıyor. Partiler, aynı kalıptan dökülmüş davranışların tezgâhında, yurttaşları da birer standart ürün gibi görmek istiyor. Farklı bir pencere açmaya kalktığınızda, görünmez bir siren mekanizması devreye giriyor ve algı savaşlarının okları bir anda sizin yüzünüzde toplanıyor…
Dahası var. Bu gürültünün ortasında en çabuk eriyen şey, omurga. Siyasi omurga, ilke omurgası, söz omurgası. Eğilip büküldükçe, toplumu ayakta tutan hafıza inceliyor. Geriye herkesin günlük dozunda aldığı “kolay yalanlar” kalıyor. Okumuşu da yarı cahili de aynı hapı yutuyor; düşünmenin zahmeti, hazır doğruların uyuşturucu konforuna bırakılıyor…
Böyle bir düzende, konuşulamayan gerçekler ortada çırılçıplak dolaşırken, yüksek sesle bağıran amigolar meydanı dolduruyor. Gerçeği söylemek cesaret isterken, slogan tekrar etmek ödül getiriyor…
Tam da bu yüzden yerel yönetimler, omurgasızlık ikliminin en kırılgan sahası haline geliyor. Yanlış kararlar, demokratikmiş gibi paketlenip pazarlanıyor. Uzun vadeli tasarruflar, kısa vadeli siyasi hesaplarla takas ediliyor. Mesela bir limanın yirmi beş yıl için kiralanması. Bir belediye, kamuya ait bir mekânın geleceğini çeyrek asır boyunca bağlama hakkını kendinde hangi gerekçeyle buluyor? O kıyının, o havzanın, o rüzgârın gelecekteki çocuklara ait olduğu hiç mi düşünmüyor?
Bu soruların kökü siyasetten derin. Çünkü insan sadece çıkar hesapları yapan bir varlık değildir. İnsan, kendi sınırlarının dışına taşmak ister. Tenin ve benliğin dar odasında boğulmak istemez; aşkınlık arar. İçindeki karanlık avludan dışarı adım atmak, kendi varoluşunun ağrısını başka bir yüzün sıcaklığıyla hafifletmek ister… İster mi elbette ister; ortak akıl; İNSAN OLMAKTA- İNSAN KALABİLMEKTE diye betimliyor…
Siyasi omurganın kırıldığı yerde, bu çıplaklık kaybolur. Yerine kurgu geçer, gösteri geçer, ezber geçer. Oysa kamusal alanın asıl ihtiyacı, kıyıya vuran gerçeklerin saklanmadan konuşulmasıdır. Limanların kaderini belirleyen kararların, gelecek kuşakların yüzüne bakılarak verilmesidir…
Her insanın, her farklılığın bir diğerini aşındırmadan zenginleştirdiği bir ortak zemin yaratılmasıdır…
Çıplaklığın inzivası, belki de toplumların kurtuluşu için en insani başlangıçtır:
Kendimizi kandırmadığımız, birbirimizi tüketmediğimiz, hakikati sloganlara kurban etmediğimiz bir başlangıç, olabilir mi bilinmez…
Ama gerçeklik tam da burada insanın boğazında düğümlenmiyor mu?
Vesselam…