İnsanın gönlünde öyle ince bir zar vardır ki, görünmez ama hep oradadır; rüzgârın yönü değişse titrer, bir sözün ucundaki tını bile onu sarsar. Ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da, hangi rolün ardına saklansa da, insan dediğin kırılganlığını daima yanında taşır… Nereye gitse gölgesi gibi peşinden gelir; susarken konuşur, konuşurken susar… Onca resim, onca deneme, onca şiir nereye sığar…

Sonbahar boşuna bu kadar yakışmaz insana… Ki, sonbahara destan yazmış biriyim…

Sararan yaprakların dallarından yavaşça kopup yere düşmesi, insanın içindeki bazı şeylerin de zamanla süzülüp avuçlarından kaymasını hatırlatır…

Ömür…

Uzaktan bakınca uzun gibi; yakından bakınca ise rüzgârın bir anlık savurması kadar kısadır. Dökülen saçlar, derinleşen çizgiler, yürürken hesap edilen adımlar… Hepsi birlikte insanın “artık başka bir zamana” girdiğini söyler…

Yaş ilerledikçe insan, garip bir şekilde hem dünyayı daha iyi tanır hem de ona daha yabancı olur. Neşenin sesi kısılır, sabrın tonu artar. Bir zamanlar güçlü görünen omuzlar, yılların yükünü taşırken daha hassas hâle gelir. Bir bakarsın ki kırılganlık bir eksiklik değil, sadece hayatın özenle işlediği bir hatıra izidir…

Ve yalnızlık…

O da yaşla beraber değişir. Gençlikte kalabalığın içindeki bir boşluk gibidir; yıllar geçince sessizliğin içinde yankı bulan bir dost olur. İnsan anlar ki, aslında yalnızlık onun düşmanı değil, kendi iç sesiyle barışmasının kapısıdır.

Belki de en güzeli şudur:

Kırılganlıklarımız bize ne kaybettiğimizi değil, hâlâ neye değer verdiğimizi hatırlatır. Her kırık, insanı biraz daha kendine yaklaştırır; her çizgi, yaşanmış bir hikâyeyi saklar; her sonbahar, içimizde saklı duran direnci yeniden sınar…

Ve bütün bunların arasında insan, yine de yürür… Çünkü kırılganlık, sandığımız gibi bir zayıflık değil; aksine,”insan olmanın en sessiz, en derin gücüdür...” Bu cümleyi de Edibe Şahin’den öğrendim…

Vesselam...