Bu yazı serimde eski anıları hatırlatmak ve Köylü öğretmen kaynaşmalarını yazacağım, Dağ köylerinde halen açık olan tek okulumuz Karacaören Karabük İlkokulumuz eski öğretmeni Şenol Bülbül Öğretmenimin anısı ile başlamak istiyorum
Soner BÜLBÜL
Karabük’te Bir Akşam...
Vakit ikindiye yaklaşıyordu, Kumluca’da Hasırlı Kahve’de bir çay daha içip köyün ilk ve son minibüsünü
kaçırmamak için arkadaşlardan ayrılıp durağa doğru yürüdüm.. Her on beş günde bir cuma günü Mesut Hoca ile nöbetleşe Kumluca’ya inerdik. Elektriksiz, susuz 14 günden sonra, bu cumalar bizim için en renkli günlerdi... Kumluca’da hem maaşımızı alır, hem arkadaşları ziyaret eder, hem de çevreyi gezme imkanımız olurdu. Durağa gitmeden önce, emanete bıraktığım eşyaları ve siparişleri almak için sıra dükkanlara yöneldim, belki mektup da vardır diye umutlanmıştım. Bizim mektuplar hep buraya gelirdi... Zarfın üzerinde ; “Soner Bülbül, Karacaören Karabük İlkokulu öğretmeni... Bakkal İbrahim Öztürk eliyle - Kumluca” yazardı. Öztürk bakkaliyesinin bu yüzden bizim için değeri şimdiki alışveriş merkezlerinden çok fazla idi.
İbrahim abi altı köşe kasketi, yeşil gözleri ile güle güle derken ben minibüse yetişme telaşında idim. Köşeyi döndüğümde şoför Kemal’in “Hadi gocuman (Kocaman) gidiyoruz” diye bağırdığını duydum. Sözde yine kül rengi morris minibüsün en konforlu yerini, motorun üstündeki koltuğu bana ayırmıştı. Minibüse bindiğimde, Molla Salih, Ormancı Hüseyin, Seyfettin Ağabey... hepsi yerlerini almıştı. Köyden Kumluca pazarına getirdiği
ürünlerini satanlar, sebze, ekmek, çay, şeker... bir haftalık erzaklarını alanlar, eşyalarını koridora koltukların altına sepetlerle ve çuvallarla doldurmuşlardı. Minibüs hareket ettiğinde koyu bir sohbet başladı. Orman deposundan dönünce asfalt yol da bitti; uygarlık da bitti, teknoloji de bitti... Buradan sonra dostluk, sevgi ve yardımlaşma vardı... Tabiat güzelliği de cabası. Baysı köyünden rampaya sarınca ilk molayı vermek zorunda kaldık. Çünkü motor su kaynatmıştı. Her zamanki gibi Kemal hafız ön koltuğu boşalttı, motor kaputunu açtı ve bir bidon suyu motora boca etti. Bu bizim alışılagelmiş molamızdı. Hiç olmazsa yağmurdan, çamurdan korunuyorduk. İyi havalarda Sarı Dayı’nın Hüseyin veya Ramazan amcanın Ford traktörleriyle yaptığımız Kumluca Karabük yolculuklarının da tadına doyum olmuyordu...
Alamalı mahallesinde ilk yolcuları boşalttıktan sonra akşam ezanına doğru Karabük’e vardık. Köyün girişinde Seyfettin abiyi orman evine indirdik, okulun bahçesine gelinceye kadar herkes inmişti. Ali Onbaşı ve ben hafta sonunda Alakır çayında hangi yolla balık avlayacağımızın planlarım yapıyorduk. Lafa daldık, son durağa kaldık... İki sınıflı okulumuzun müdür odasını ve salonunu, ev olarak kullandığımız arkadaşım Mesut Bey
kapının önünde bekliyordu...
Hadi, dedi. Molla Salih, Emine Ana’ya ocakta acılı tarhana yaptırmış, akşam yemeğine bizi bekliyor...
Pazardan aldığım birkaç ekmeği, çay, şeker ve diğer erzakı salondan bozma mutfağa yerleştirip, bahçeye çıktık. Sohbet ederek, tepenin kenarındaki patikadan yürüdük, portakal ağaçlarının arasından mezarlığa, oradan da Molla’nın bahçesine girdik. Molla Salih, her zamanki gibi babacan, güleç yüzü ile çardağa oturmuş bizi bekliyordu. Çardak da çardaktı hani... Ev her ne kadar derme çatma gibi görünse de önünde gürül gürül akan arığı, içinde şöminesi, bahçesinde gülleri, ördekleri ve tavukları ile huzurlu bir havası vardı...
Voy, hoş geldiniz!., deyip bizi içeri buyur etti. Hasan’la Reşit zaten bizi ağaçların arasında görünce içeriye koştular. Hava sıcak olsa da en büyük zevkim ocak başına oturup maşa ile ateşle oynamaktı... Mısır ekmeklerini tandırda ısıtmak da bana düşmüştü... Emine ananın yaptığı nefis çorbayı içtikten sonra, Hacı Eyüp Mehmet’in mısır imecesine gitmek üzere toparlandık. İmeceler dostluğun tazelendiği, yardımlaşmanın zirveye çıktığı, iyiliğin zevke dönüştüğü en güzel gelenekti... Herhalde atalarımızın “Birlikten Kuvvet Doğar” sözünün vücut bulduğu zaman ve mekanlardı...
Hocalar, dedi Molla Salih. Bugün şansınıza imeceden sonra mısır yersiniz, ama yanında et mi olur bulgur mu olur bilmem. Hava karardığı için elimizde el fenerleri ile tarlalardan, mısır kazıklarının arasından Mesut Hoca ile bir yol bulmaya çalışırken Molla Salih gündüz gibi hızla önümüzden yürüyordu.
Yolda birkaç erkek-kadın daha bize katıldı. Tarlaya vardık, bütün koçanlar ay şeklinde yığılmış, ortaya da bir lüküs lambası asılmıştı. Biraz ilerde iki kazan kaynıyor, Mehmet amca durmadan altına odun atıyordu. Mısırları soymaya başladık, hasadın en güzel yanı bu idi. Hiçbir menfaat gözetmeden bütün köylü buradaydı... İşte Türk insanı Karabüklünün dostluğu, sevgisi, yardımseverliği bu idi...
Gözlerim ışığa alışınca Eyüp’ü aradım... Yoktu, Ali Onbaşı’ya sordum:
- Hocam o memur ya! Mesaidedir... dedi.
Mesut hoca ile iki takım kurduk, çuvalları hazırladık, başladık ekip çalışmasına... Takım dedikse karma bir takım... Oyuncuların görevi kırmızı mısırları bulup kendi çuvalına biriktirmek. Kırmızı taneli mısır bulmak için hızlı çalışmak gerek... Çünkü hızlı çalışınca iş çabuk bitecek.. Çuvalında daha az kırmızı mısır çıkan takımın vay haline... Artık horoz mu keser, diğer takımdakileri sırtında mı taşır, yoksa suya mı atlamak zorunda kalır, belli olmaz.
Bütün mısırlar soyulduğunda, köylünün de kış yiyeceği hazır sayılırdı. Onları ambarına doldurur, her hafta gerektiği kadar Kırkdirek ‘deki su değirmeninde öğütür, ekmek yapar yerdi... Mehmet amcanın tarlasındaki mısırların hepsi soyulmuş, ortadaki lüküs lambasının direği mısırdan görünmez olmuştu. Haşlanmış taze mısır ve yemek ikramından sonra yeni imece sohbetleri ile evlerimize dönüyorduk... Vakit gece yarısını geçse de herkesin yüzünde bir gülümseme, yüreğinde bir huzur vardı...