1988 yılında askerlik dönüşü, Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçesine bağlı Diktaş köyünde ilk ve tek öğretmen olarak göreve başladım. Köylünün temel geçim kaynağı kurak arazilerde arpa, buğday, mercimek yetiştiriciliğiydi. Üçer beşer de küçük baş hayvanları vardı. Az denilebilecek arazilerini atlarıyla işlerlerdi. At, onların hem arabalarına koştukları ulaşım aracı hem tarlalarını işledikleri traktörleriydi.

Ocak ayının ortalarıydı. Mahsuller, arada bir yağan ince kar tabakasıyla örtülür, güneş açınca yemyeşil bir deniz gibi dalgalanırdı düz arazilerde. Köylüler geçen yılın kurak geçtiğini, yeterli verim alamadıklarını anlatırlardı sık sık. Bu yıl baharda bekledikleri yağmurlara bağlamışlardı umutlarını.
Bahar geldi. Ekinler boy verdi. Yeşillikler arasında kırmızı laleler görücüye çıkmaya başladı. Ekinlerin boy vermesi için, başakların dolgun olması için bahar yağmuru şarttı. Nihayet yağmurlar başladı. Köylü mutluydu. Sohbetlerimizde “Hoca, ayağın uğurlu geldi.” diyorlardı. Her yağmur sonrası ellerini arkalarına koyup keyifle tarlalarındaki ekinleri seyretmeye gidiyorlardı.

Günler geçiyordu. Yağmurlar hala devam ediyordu. Hasat zamanı gelmişti. Ama hava bir açıyor, bir kapıyor, hala yağmur yağıyordu. Güneş birkaç gün açtı. Tırpanını alan tarlalara koştu. Kadınlar, çocuklar mercimek tarlalarını doldurdular. Hasat imece usulü yapılıyordu. Ürünler, patoza atılmadan birkaç gün tarlada güneşlenmeye bırakıldı. Yağmurlar yeniden başladı. Ardı arkası kesilmiyordu. Bir fırsat bulup tarladaki biçilmiş ekinlerini toparlayamadılar. Ürünlerin yarısı çürümüştü. O sezon da kötü geçti. Umutlar yeni sezona bırakıldı.

Aynı umutlarla yeni ürünler tekrar ekildi. Bu defa her şey yolundaydı. Bahar yağmurları kıvamında yağdı. Başaklar boylu, dolgundu. Hasat zamanı şenlik havasında yeniden doldu tarlalar. Ben de boş zamanlarımda Mustafa’nın doru atına binip “Kolay gelsin” demek için tarlaları dolaşıyordum. Buğdaylar biçildi, mercimekler yolundu. Tarlalarda güneşlenmeye bırakıldı.

Bir gece aniden kuvvetli bir rüzgar çıktı. İki gün boyunca esti. Haso’nun buğdayı Reco’nun mercimeğine, Maho’nun arpası Memo’nun buğdayına karıştı. Gülen, yanık yüzleri yeniden derin bir hüzün kapladı. Çareyi Almanya’ya göç etmekte buldular…

Akdeniz bölgesi çiftçilerinin geçim kaynağı seracılık. İşin içinde olmayanlar, üreticinin çok paralar kazandığını düşünürler. Çünkü tüketiciye fiyat öyle yansıyor. Elbette emeğinin karşılığını alanlar oluyor. O yıl ürünü iyi olan, piyasayı tutturan üç beş kazanıyor.

Sezon başlayınca seralar hazırlanıp bin bir umutla dikiliyor. Hava şartları uygun olursa… Aşırı yağmur yağıp seralara sel girmezse…Uzun süre bulutlu gidip bitkileri bakteri tüketmezse… Domatesi fusarium, biberi virüs, kavunu balgam götürmezse… Kök çürüklüğü, nemetot, çilleme, külleme, bit, pire, kene(!) musallat olmazsa… Her şey yolundayken bir hortum gelip seraları yerle bir etmezse… Dolu vurmazsa, güneş yakmazsa para kazanma ihtimali var.
Her şey yolunda gitti, bütün bunlar sağ salim atlatıldı, iyi bir ürün yetiştirildi diyelim.

Bir de “Malına güvenme piyasana güven!” dönemi var.
Diktiğin ürüne yeterli talep olacak. İhracat kapıları kapanmayacak. Piyasa üretici gözetilerek kurulacak.Üreticiye yönelik girdiler zamlanmayacak. Tarım Kredi Kooperatifleri sadece kış aylarında değil, bahar aylarında da inisiyatif alacak. Tarım sigortası kapsamını geniş tutacak...
Üreticinin bazıları para kazanacak… Bazıları da karın tokluğuna çalışacak…

Yani; “Saldım çayıra, mevlam kayıra…” Düşlerimizi yoralım hayıra...

Bereketli, bol kazançlı günler dilerim…

Şaban BALTACIOĞLU
BEŞ KÖŞE