Orta halli bir ailenin üçüncü çocuğu olarak doğmuştu. Ebe yanlışlıkla poposuna değil, başına vurmuştu. Bu yüzden olsa gerek; büyüyünce hep kıçı ayrı, başı ayrı oynayacaktı. Karşısındakilerin gözüne değil, hep yere bakacaktı.

Yedi, içti, oturdu, emekledi, tay tay oldu, sıraladı, yürüdü, koştu. Annesi sus dedi. Babası, konuşma... Abisi, bağırma... Fırsat bulunca hızlıca konuşuyordu, ama kimse anlamıyordu. Mahallede arkadaşları ile oynamaya başladı. Oyunlarda hep ebe oluyordu. Olmayacağım dese kovuluyordu. Derken okula başladı. İlk gündü. Öğretmen onu en arka sıraya oturttu. Yanına kimse oturmuyordu. O, yine yere bakıyordu.

Öğretmen onunla pek ilgilenmiyordu. Arkadaşları konuşmuyor, ebe olmadan oyun oynayamıyordu. Acaba kıyafetlerinden miydi? Babasının durumu çok kötü de değildi ama onlara pek bir şey almazdı. Üstü başı biraz kötüydü. Herkes gülse o gülemiyordu. Üzülüyordu.

Sessiz sedasız iyiye yakın puanlarla sınıfını geçiyordu.Sessiz büyüyordu, ancak içinde seslere karşı, seslilere karşı öfkeler büyütüyordu.
Lise yıllarıydı. Kendini daha çok derslere vermişti. Arkadaşları haylazlıklar yaparken, sınıfta uzun eşşek oynarken o ders kitaplarıyla meşguldü. Aslında o da oynamak isterdi ama kendine yakışmadığını düşünürdü. Çünkü o kendine hiç bir şeyi yakıştıramamıştı bunca yıldır. Artık ebe de olmuyordu çünkü kimseyle oynamıyordu.

Arada bir, kızlarla ilgilenmek isterdi. Ne zaman sınıfından bir kız ile konuşmak istese terlerdi. Oysa arkadaşları ne kadar rahat konuşuyor, şakalaşıyordu. Her teneffüs tuvalete gider kendini seyrederdi. Kızlara pek bakamazdı ama aynada kendini uzunca seyreder; burnunu, kulaklarını, yüzünü inceler; sivilcelerine için için kızar, saçlarını arka cebinde taşıdığı naylon tarakla eliyle de bastırarak tarardı. Kafasını sağa sola çevirir, kendini son bir kez inceler, kalkmış bir saç teli varsa, dilinin ucuyla ıslattığı yüzük parmağıyla bastırır, öyle çıkardı bahçeye. Kendini beğenmezdi, başkalarının da beğenmediğini düşünürdü. Özellikle de kızların…. Düşündükçe yine terlerdi. Kısa aralıklarla kaldırdığı başıyla hızlıca etrafındaki akranlarını süzer, bazılarına hayranlık duyar, onlar gibi olmayı hayal ederdi; ama her seferinde bir acı çökerdi yüreğine. Yere bakardı… İçinde fırtınalar kopardı. Önce isyan eder, sonra sakinleşir; sonra öfkelenir ve yine sakinleşir, daha sonra hırslanırdı. Herkes sevsin isterdi onu, kendini sevmek isterdi.

Lise yıllarının ortalarını geçiyordu zaman. Aslında bazı fikirler de oluşuyordu beyninde. Yeni ışıklar parlıyordu kısık baktığı yaşamında. Ruhunu saran ıstıraplar hafifliyordu zaman zaman. Daha kararlıydı. Aynaların karşısında kısa süreli kalıyor, kendini hızla inceliyor, aynı hızla sırtını dönüp aynaya ders kitaplarının içine gömülüyordu. Kurgusunu yapmıştı hayata dair. Kendini nasıl seveceğinin ve nasıl sevdireceğinin çözümünü bulmuştu nihayet...

O artık üniversiteliydi.Mutlu oldu. Sınıf arkadaşlarının bir çoğu iyi bir üniversiteye girememişti. Bütün arkadaşlarını karşısı ndaki duvara koydu. Kısık bakışlarını dikti önce onlara. Göz kapakları kapanana kadar süzdü hepsini yukarıdan aşağıya, dudaklarını bükerek. Derin bir nefesle göğsünü şişirdi. Nefesini usulca boşaltırken ayaklarının ucuna baktı...

Üniversiteyi bitirdi. Yükselmenin yollarını buldu. İyi bir koltuğa oturdu. Hastalık yerleşmişti artık. İnsanlar kendisini sevmese de kabul edeceklerdi. Herkes onunla oynamak zorunda kalacaktı. Hep o belirleyecekti ebeleri, hep o sobeleyecekti insanları. Uzun eşşeğin hep atlayanı olacaktı bellerini kırarcasına. İçinde bir tek duygu vardı çünkü "hınç". Bir tek şey düşünüyordu; "Sıra bende"...
Gülmeye de başlamıştı aynanın karşısına geçip. Dudakları hafif kayık bir yana, yayılıyordu dolgun yanaklarına. Dişlerini saklıyordu hala. Gözleri yine kısık, göz kapakları yarıya kadar kapalı, başı hafif yukarı kalkık, yana çevrili ve yine yere doğru bakıyordu...
Hayat şimdi başlıyordu...

Hiçliklere sıkışmış kişiliğin hortlamasıydı bu. Artık bütün insanlara tepeden bakacaktı. Umursamayacaktı. Azarlayacaktı.

Paylaşılmamış bir hayat onun için şimdi başlamıştı…
“Eminim hepinizin böyle bir tanıdığı vardır.”

BEŞ KÖŞE
ŞABAN BALTACIOĞLU